May. 9th, 2025

Bazen sanki dünya ayaklarımızın altından kayıyormuş gibi hissederek uyanırız. Sanki görünmez bir şeyler çatlamış gibi. Dünya hâlâ yerindedir tabii; duvarlar, nesneler, diğer her şey... Ama sanki artık bizi taşıyamıyor gibidir. Havada yüzüyor, titriyor. Ve biz de onunla birlikte.

Barok insanı işte aynı böyle uyanmış gibidir, fazlasıyla uzun sürmüş bir yüzyılın sabahında. Gözlerini savaşta, harabeler içinde, yas tutan bir dünyaya açmıştır. Bir zamanlar onun için sığınak olan din, kendine düşman olup bir savaş alanına dönmüştür. Bir zamanlar insana odaklanan evren ortadan kaybolmuştur. Dünya artık sınırsız bir boşlukta asılı duran bir toz zerresinden başka bir şey değildir.

Ve bunun sonucunda insan şüphe eder. Dünyadan, kendisinden, Tanrı’dan şüphe duyar. Belki de bu garip yanılsama hissi burada doğar. Bu tipik barok “rahatsızlık”: etrafımızdaki her şeyin bir dekor, bir cephe, bir görünüş olduğu izlenimi. Gerçeklik maskesinin ardında gizli bir vertigo.

Bu dönemin tiyatrosu bunun en çarpıcı kanıtıdır belki de: her şey tiyatrodur, her şey bir oyundur, her şey bir kurnazlık. Barok insanı artık yaşadıklarının gerçek mi yoksa kurgu mu olduğunu kestiremez. Hatta artık bir rol mü oynuyordur, yoksa kendi hayatının sadece bir seyircisi midir, bunu bile bilemez.

“Ce monde est périssable et sa gloire frivole / Est une comédie où j’ignorais mon rôle”, der Jean Rotrou. Belki de en büyük trajedi budur: oynadığımız oyunu anlayamamak. Camus'nün "absürd"ü çok sonradan adlandırılmış bir şeye işaret ederken, barok metinler bu hissi çoktan içselleştirmiştir. Ölüm her yerdedir ama hiçbir soruya cevap vermez. Aşk yakar ve tüketir. Tanrı oradadır, ama insan onu duymaz. Dil bir maskeye dönüşür. Her şey dengesizdir.

Felsefe değil, inanç değil, bu bir vertigodur. Barok insanı düşünmez, sallanır. Ve bu sallantıdan göz kamaştırıcı, bazen canavarca bir edebiyat doğar. Her zaman sessiz bir soruyla doludur: Hiçbir şeyin artık bir merkezi olmadığında ne yapılmalı?

Bu vertigo sadece kozmik değildir. Barok insan sadece dünyasını değil, kendini de kaybeder. Artık neye inandığını ya da ne hissettiğini bilmez. İnanmadan dua eder, şüpheyle sever, sesinin duyulacağından emin olmadan konuşur. Burada, daha sonra "absürd" olarak adlandırılacak o büyük varoluşsal çatlakların ilk yankıları duyulur. Bir dünyaya fırlatılmış olma hissi, anlamadığı bir metni ezberleyip sahnede canlandırma zorunluluğu… Barok edebiyat, Sisifos’un çağlar öncesinden gelen kardeşidir: inançla düşüş, yanılsamayla umutsuzluk arasında sıkışıp kalan figürler taşlarını yukarı yuvarlar.

Barok insanı dünyadan şüphe ediyorsa, sığındığı yer kelimelerdir. Ama kelimeler de bükülür, parçalanır, kendileriyle çelişir. Bu yüzden dönemin edebiyatı bir tutarsızlık aynası hâline gelir: her bir kırık parça geçici bir gerçeği, bir çığlığı, bir yanılsamayı yansıtır.

Tiyatro, her şeyden önce, bir aşırılık mekânıdır. Bedenler aşk ya da nefretle yanar, tutkular çığlıkla ifade bulur, kimlikler maskelerin ağırlığı altında parçalanır. Sahne, artık bir katarsis alanı değil, bir arenadır. Karakterler uçurumun eşiğindedir. Dürtüler, engellenmeden hüküm sürer: ensest, cinayet, intihar, mistik öfke. Freud'dan çok önce psikanalitik çözülmenin tiyatrosudur bu. Figürler mantıklı değildir, parçalanmışlardır. Sanki barok metinlerin kendisi bastırılmış olanın dışavurumudur.

Sahne aynı zamanda ölümle fiziksel bir yüzleşmenin de yeridir. Cesetler gösterilir, cinayetler oynanır, gözler oyulur, kalpler çıkarılır. Bu şiddet temsili sadece izleyiciyi şok etmek için değildir: İlahi düzenin sustuğu bir dünyada artık şiddet bir günah değil, bir kaderdir.

Barok şiiri ise bu vertigoyu farklı bir dille dile getirir. Hem ışıldayan hem de çürüyen imgelerle konuşur: güzelliğini çoktan yitirmiş çiçekler, tacın altındaki kafatası, devrilmek üzere olan kum saatleri. Vanitas teması her yerdedir: ölüm, geçicilik, çürüme… Her görüntü fısıldar gibidir: “Öleceğini hatırla.” Ama bu bir öğüt değildir, bir dans gibidir.

İnsan bazen dua eder, ama kime? Sessiz bir Tanrı’ya mı, yoksa hiçbir yankı vermeyen bir boşluğa mı? İşte burada Hristiyan imgeleriyle dolu barok evren, Tanrı'nın sessizliğiyle çatışır. İnanç teselli etmez, aksine suçluluk yaratır. Dua, aydınlatmaz; yakar.

Ve tüm bu anlatılar, her biri kendi tarzında aynı şeyi fısıldar: dünya sallanıyor, insan da onunla birlikte. Ama yine de yazar. Yine de sahneye koyar. Yine de resmeder. Belki de illüzyonun içinde kalmış son şey, Tanrı’ya değil, gerçeğe değil, sadece bir iz bırakabileceğine olan inançtır.

Barok karakterlerinin konuşmalarında bir tuhaflık vardır. Sanki bir başkası tarafından yazılmış bir metni seslendiriyorlardır. Toplumun, kaderin, belki Tanrı’nın yazdığı bir metni. Maske bir kostüm değil, bir varoluş hâlidir artık. Barok insan ne olduğunu bilmez; tiyatro da bu kaybın, bu dağılmanın sahnesidir.

Roller karışıktır: kral dilenci olur, âşık katile dönüşür, aziz cellat olur. Gerçek ile hayal arasında bir yer kalmamıştır. Ve belki en korkuncu: samimiyet bile sadece yeni bir yanılsamadır. Her yeni görünüş, benliğin merkezini biraz daha çözer. Kimliğin olmadığı bir yerde hâlâ "ben" diyebilir miyiz?

Bazı karakterler direnir. "Ben varım" demek isterler. Ama dil onlara ihanet eder. Sözcükleri, kendi iç ateşlerinin ağırlığı altında dağılır. "Ben" derler ama o “ben” parçalanmış, yırtılmış, deliklerle doludur.

Bugün "barok" dediğimiz şey, belki de sadece "kriz" kelimesinin bir başka biçimidir. Bir dönemin, bir inancın, bir insan hâlinin çatlamış hali. Ve bu yüzden, barok edebiyatı okumak günümüz için bile anlamlıdır. Bu metinler estetik birer merak değil, hâlâ konuşan seslerdir. Bizim gibi, içindeki ve dışındaki her şey titrerken nasıl ayakta duracağını anlamaya çalışan insan parçalarıdır.

Barok insan boşluğa dua eder, karşılıksız sever, senaryosuz oynar. Belki de absürd adamın tarih öncesi kardeşidir. Ve o da kendi taşını, sonsuz bir yokuşta, kendince yuvarlar.

Barok edebiyat hiçbir şeyi düzeltmez. Kurtarmaz. Ama isimlendirir. Kaosu, kararsızlığı, şüpheyi sahneye koyar. Belki sadece bir anlığına da olsa onların yüzüne bakmamızı sağlar.

“Ce monde est une comédie,” der Rotrou. Kabul. Ama bazen, bir karakterin çığlığında, bir sevgilinin karşılıksız mektubunda, ya da bir şairin Tanrı'ya onu beklemeden seslenişinde… bazen orada bir şey vardır. Gerçek. Ham. Ve kalan tek şey.

Belki de yazmak yalnızca budur:

Solmadan önce tozda bir şekil çizmek.

Expand Cut Tags

No cut tags

Profile

bowloforanges: (Default)
nil

Most Popular Tags

Style Credit

Page generated Jul. 26th, 2025 09:46 pm
Powered by Dreamwidth Studios
June 1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 21 22 23 24 25 26 27 28 29 30 2025